Ghayath Naisse, Temmuz 2025
Giriş
Esad ailesi iktidarının sadece 11 gün içinde, hızlı bir askeri operasyonun ardından çöktüğü 8 Aralık 2024’te ilan edildi. Bu dönemde önemli askeri çatışmalar yaşanmadı. Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib kentinden başkente doğru ilerleyen İslamcı silahlı gruplar henüz Şam’a varmadan; rejimin ordusu, tüm güvenlik ve istihbarat kurumları çökmüştü.
Bu grupların en önünde, Şam’ın kontrolünü ele geçiren Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) vardı. HTŞ, İslamcı gruplar arasında en disiplinli ve deneyimli olanıydı ve saflarında Türkiye’ye bağlı cihatçı grupların yanı sıra, diğer Selefi gruplar ve “Milli Ordu” olarak adlandırılan savaşçı birlikleri de bulunuyordu. Askeri operasyon, işleyen bir sistemin yıkılmasından ziyade Esad cuntasının tamamen çökmesinin ardından oluşan boşluğu doldurma sürecine benziyordu.
Yeni yetkililer Şam’a girdikleri ilk günden itibaren, eski rejimin yıkıldığını ilan ettiler; bunun anlamı aslında devrimin sonu ve artık “devleti inşa etme zamanı” olduğuydu.
Suriye genelinde baba-oğul Esad diktatörlüğünün çöküşünü kutlayan büyük kalabalıklar sokaklara döküldü. Bu zorba ve acımasız rejim Suriye halkına elli yılı aşkın süre, daha önce görülmemiş katliamlar, yıkım ve tahribat getirmişti.
Olayların heyecanına kapılan birçok kişi, yaşananların devrimin zaferini temsil ettiğini ve yeni otoritenin, 2011’de başlayan halk ayaklanmasıyla yakılan meşaleyi taşıyan devrimci güç olduğunu ilan etti.
Liberaller, sol liberaller ve aydınların da dahil olduğu bazı toplumsal kesimler yeni iktidara iltifat ve bağlılık gösterirken yeni yöneticiler henüz ilk haftalarında, “devrimin sonunu” ilan ettiler ve ülkeyi küresel kapitalist sisteme entegre edecek bir “serbest piyasa ekonomisini” deklare ederek kendilerini ortaya koydular. Devrimci ekonomi politikaları benimsemek yerine bu yapıldı.
Esad rejimiyle birlikte çöken ekonomik sistem, iktidardaki cuntanın ulusal kapitalizmdeki baskın rolü tekelinde bulundurduğu ve ülkenin servetini kontrol ettiği bir sistemdi.
Yeni iktidarın programını en başından itibaren iki temel fikir şekillendirdi:
1. Küresel kapitalist sisteme entegrasyon ve serbest piyasa ekonomisi
2. Devrimin bittiğinin ilanı
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya, İran, Laos ve Kamboçya’daki devrim ve ayaklanmalara kadar rejim değişiklikleri sonrasında halk ayaklanmalarını bastıran veya yenilgiye uğratan benzer politikaları gözlemlemiştik.
Ülkelerin şartları ve ortaya çıkan sonuçlar farklı olsa da süreç bütün ülkelerde saptanabilir benzer bir örüntü izledi: devrimci güçlerin geri çekilmesi veya yenilgisi, küçük ve orta burjuvaziden gelen bir liderliğinin yükselişi ve kapitalist devletin çeşitli biçimlerinin tesisi.
1980’lerden bu yana dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alan ve sıklıkla bu tür başarısız devrimlerden doğan neoliberal dönüşümler bile yeni devrimci devletlere yol açmadı. Aksine genellikle halk hareketlerinin yıkıntıları üzerinde yükseldiler ve devrimin ta kendisi olduklarını iddia etseler de başlangıçtaki devrimci dinamikler ve anlatılarla bağlarını kopardılar.
Birçok vakada diktatörlüklerin çöküşünden sonra bu yeni iktidarlar halklarına neoliberal politikaları dayatarak ekonomilerini küresel pazara açtılar –bunu Termidorcu bir dönüş olarak tarif ediyoruz. Yani diktatörlüklerin çöküşü kimi Batılı araştırma merkezlerinin iddia ettiği gibi, mutlaka demokratik bir geçiş sürecinin başlangıcı anlamına gelmiyor. Gerçek demokrasi ancak devrimci siyasal ve toplumsal güçler, özellikle işçi sınıfı ve emekçi kitleler sürece önderlik ettiği ölçüde var olur.
Halk Devrimin Başlangıcından Yenilgisine
Suriye halk devrimi, Suriye halkını uzun süredir baskı altında tutmuş ve ülkenin yoksullarını giderek daha derin bir sefalete sürüklemiş olan Esad ailesi cuntasına karşı siyasi ve toplumsal kitlesel protestolar olarak 2011 yılının Mart ayı ortasında patlak verdi.
Devrimin özü ve izlediği seyir üzerine daha önce -2011’den günümüze- yaptığımız kapsamlı analizler için okurlar Devrimci Sol Akım’ın web sitesine bakabilirler.
Devrimin yenilgisi birkaç faktörden kaynaklandı:
Eski rejimin aşırı zalimliği.
Deneyimli bir devrimci liderliğin yokluğu.
Bölgesel ve emperyalist güçlerin müdahalesi ve rekabeti.
Devrimci hareketin özgürlük, eşitlik, adalet ve haysiyet taleplerinin ezici bir şiddetle karşılanması.
2012-2013 yıllarına gelindiğinde Suriye sahnesi yeni bir aşamaya geçmişti. Sözde “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) bayrağı altında yerel silahlı gruplar öne çıktı, ancak silahlanmaları sınırlıydı ve daha iyi silahlara ve finansmana sahip olan Selefi-cihatçı grupların artan militarizasyonuyla karşı karşıya kaldılar.
Devrimin gidişatı değişti, Esad rejimine karşı silahlı direniş yerini silahlı muhalif gruplar arasında kaynaklara erişim ve alan kontrolü için yoğun rekabete bıraktı.
Muhalefet içi bu silahlı çatışmanın ilk kurbanları, Esad ordusundan kaçan asker ve subayların yanı sıra kendilerini ve topluluklarını savunmak için silahlanan sivillerden oluşan ÖSO gruplarıydı. Bu grupların çoğu, daha donanımlı cihatçı güçler tarafından ezildi.
Bunu cihatçı grupların ÖSO birliklerini ortadan kaldırdığı bir dizi iç tasfiye izledi. Halk ayaklanması geri çekilirken, IŞİD (DEAŞ) ve diğer radikal cihatçıların yükselişiyle paralel olarak cihatçılar Esad’ın kontrolü dışındaki çoğu bölgede kontrolü ele aldılar.
2013’ün ikinci yarısından 2014’e doğru, karşı-devrimin en uç biçimi faşist IŞİD’de ortaya çıktı. Bu örgüt Suriye ve Irak’taki geniş topraklar üzerindeki kontrolünü genişletirken halk devriminden kalan sivil ve askeri ne varsa yok etti.
IŞİD Eylül 2014’te Kürt kenti Kobani/Ayn el-Arab’a ulaştı ve burada Kürt savaşçıların şiddetli direnişiyle karşılaştı- bu örgütün ilk büyük yenilgisi ve düşüşünün başlangıcı.
Kobani savaşı IŞİD ile mücadele etmek üzere uluslararası bir koalisyon bayrağı altında ABD’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalesinin gerekçesi haline geldi. Bu aynı zamanda emperyalist devletlere “terörle mücadele” kisvesi altında ülkemize askeri müdahalede bulunmak için fırsat yarattı.
Daha sonra Rusya Esad rejimini desteklemek için Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunacağını duyurdu. Türkiye de 24 Ağustos 2016’da “terörle” -aslen Suriye’deki Kürt hareketiyle- mücadele gerekçesiyle ülkeye asker soktu ve bu durum, Türkiye’nin 2018 ve 2019’da Suriye topraklarını daha fazla işgal etmesinin yolunu açtı.
İran buna cevaben önce müttefik milisler aracılığıyla Esad rejimini desteklemek için müdahalede bulundu. Bu sırada İsrail ister Esad rejimi ister başka bir oluşum olsun, sınırlarında itaatkâr bir muhafızlığı koruma hedefiyle Suriye’nin siyasi, ekonomik ve askeri gücünü zayıflatma stratejisine devam etti. Sonuç olarak Suriye, rakip emperyalist ve bölgesel güçler arasında doğrudan çatışmaya açık bir alan haline geldi.
Emperyalist Rekabet
Birçok emperyalist güç, kendi çarpışmalarını organize etmek ve doğrudan bir çatışmayı önlemek amacıyla Suriye’de rekabete girişti. Bu şartlar bazı mutabakatlara ulaşılmasına yol açtı. En önemlisi ABD ve Rusya arasında, kuzeydoğu Suriye’de askeri varlık bulundurma konusunda bir anlayış birliği oluştu.
Rusya destekli bölgeler, İran güçleri ve milisleriyle birlikte Esad rejiminin kontrolü altında kalırken, Batı Suriye Türkiye’nin etkisi altında kaldı. Ayrıca Rusya ve İsrail arasındaki örtülü bir anlaşma, İsrail’in Suriye topraklarındaki İran ve Hizbullah mevzilerine saldırı düzenlemesine olanak sağladı.
Bu güçler arasında en çok duyurulan koordinasyon Mayıs 2017’de Rusya, Türkiye ve İran’ın “gerilimi azaltma” anlaşmaları imzaladığı Astana toplantısında gerçekleşti. Bu anlaşmalar, Suriye’yi fiilen ilgili vekil güçler ve yerel yönetimler tarafından idare edilen nüfuz alanlarına böldü.
Astana anlaşmalarının sonucunda binlerce muhalif savaşçıyla aileleri güney Şam, Şam kırsalı, güney ve orta Suriye’den İdlib ve kırsalına zorla göç ettirildi. Bu bölgeler o zamandan beri askeri, siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’ye bağlı hale geldi.
Kuzey Suriye’deki İslamcı silahlı gruplar arasında zaman zaman yaşanan iç çatışmalara rağmen, Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) İdlib’in kontrolünü muhafaza etti ve yerelde iktidarı elinde tutarken Türkiye’nin nüfuzunda kalmayı sürdürdü.
2019’dan bu yana emperyalist güçler arasındaki nüfuz sahası paylaşımı oturdu. Kuzeydoğu Suriye’de Özerk Yönetim kendi kurumlarıyla bölgeleri yönetirken, Türkiye’nin işgal ettiği bölgelerde ise Suriye Geçici Hükümeti denilen yapı Ankara’nın yönlendirmesi altında faaliyet gösterdi.
İdlib’de HTŞ’nin “Kurtuluş Hükümeti” ilin yaklaşık %60’ını kontrol ediyordu. Suriye topraklarının geri kalanı ise Esad rejiminin kontrolü altındaydı.
Tüm bu bölgelerde, yerel halk Suriye’nin diğer bölgelerinden farklı siyasi ve ekonomik koşullar altında yaşıyordu. Geçici Hükümet aslen topraklarını doğrudan yöneten Türkiye’ye tamamen bağımlı, kukla bir rejimdi.
Özerk Yönetim ekonomik olarak Suriye’nin diğer bölgelerine ve Irak Kürdistan Bölgesi’ne bağlı olsa da karar alma süreçlerinde daha bağımsızdı ve mezhepçi olmayan, demokratik bir siyasi program sürdürüyordu (en azından Esad rejimi ve HTŞ ile karşılaştırıldığında).
HTŞ ise gelir elde etmek için sınır geçişlerini kontrol ederek ve yakıt gibi sektörleri tekeline alarak neoliberal politikalara dayalı bir ekonomi politikası uyguladı. Ayrıca Türkiye ve diğer gruplarla -aralarında savaş sürerken bile- ticaret yapmaya devam etti.
Bu sırada Esad rejimi ekonomisi uluslararası yaptırımlar, yaygın yolsuzluk ve yönetici elitin sınırsız yağmaları nedeniyle daha da kötüleşmiş, ciddi bir gerileme içindeydi.
Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ)
HTŞ Şam’da iktidara gelene kadar Suriye’nin kuzeyinde geniş bir alan olan İdlib vilayetini yönetti. İdlib Suriye’nin Esad’ın eline geçmiş diğer bölgelerinden göç ettirilmiş yaklaşık 4,5 milyon insana ev sahipliği yapıyor. Bu sayının yaklaşık 2,9 milyonu yerinden edilmiş kişilerden oluşuyor ve yaklaşık 2 milyonu Türkiye sınırına yakın çadırlarda sefil koşullarda yaşıyor.
Devam eden savaş ve HTŞ’nin neoliberal ekonomi politikaları, Şubat 2023’teki yıkıcı depremle birleşince İdlib nüfusunun %90’ından fazlasını uluslararası yardıma bağımlı hale getirdi.
Yardım miktarları düştüğünde insani durum daha da kötüleşti. BM Suriye Bölge Koordinatör Yardımcısı’nın 28 Şubat 2024’te DW Alman medyasına yaptığı açıklamaya göre 2023’ün başında BM Suriye’nin insani ihtiyaçlarının yalnızca %37’sini karşılayabilmişti. Ciddi fon sıkıntısı Dünya Gıda Programı’nın Ocak 2024’ten itibaren Suriye genelinde gıda yardımı dağıtımını durdurmasına yol açarak enflasyon ve işsizliği daha da artırdı ve Suriyelilerin çoğunluğu için yoksulluğu derinleştirdi.
Toplumsal Taban
HTŞ liderliği büyük ölçüde küçük burjuvaziden geliyor: eğitimli din adamları, küçük esnaf ve meslek sahipleri. Tabandaki savaşçıları ise çoğunlukla kamplarda yaşayan yerinden edilmiş kişiler, işsizler, zanaatkârlar ve küçük esnaftan oluşuyor; ayrıca yabancı cihatçılar ve “lümpen proletarya” üyeleri de bu gruba dahil.
Suriyeli kitlelerin kötüleşen koşulları yalnızca yetersiz insani yardımlardan kaynaklanmıyor. Esad rejimi başta olmak üzere iktidardaki tüm otoritelerin, savaş ağası elitlerinin çıkarlarını halkın ihtiyaçlarından üstün tutan politikalarının bir sonucudur.
HTŞ’nin baskıcı politikaları özellikle Mart ve Nisan 2024’te, artan yoksulluk ve ekonomik zorluklara karşı yaygın protestolara yol açtı. Göstericiler “Ne Esad ne de Colani- ülkeyi yeniden inşa etmek istiyoruz” gibi sloganlar attılar.
Bölgedeki bazı gelişmeler -emperyalist anlaşmalar ve güç dengelerindeki değişimler gibi- HTŞ’nin İdlib üzerindeki hakimiyetini korumasına ve Esad rejimininkine benzer bir çöküşten kurtulmasına yardımcı olmuş olabilir.
Esad Rejiminin Krizi
Devrimin başlangıcından nihai yenilgisine, geçen on dört yıl boyunca Suriye ve halkı derin toplumsal dönüşümler yaşadı. Bu dönüşümler -emperyalist müdahaleler de dahil olmak üzere- karşı-devrimci güçler tarafından ve kasabaların, köylerin ve Suriye’nin toplumsal dokusunun yıkımı üzerinden şekillendirildi.
Halep’teki yıkım Suriye’nin diğer tüm şehirlerindekinden daha büyüktü, üç binden fazla fabrika ve atölyenin yanı sıra on binlerce ev ve altyapı yok edildi. Ölümler ve yaralanmalarla yaşanan insan kaybı korkunçtu.
Suriye’nin savaş öncesi 23 milyonluk nüfusunun yaklaşık yarısı, ülke içinde veya dışında yerinden edildi, çoğunluğun yaşam standartları afet seviyesine düştü. Birçok insan için hayatta kalmak tek uğraş haline geldi.
İktidardaki cunta için ana hedef Suriye’de kalan kaynaklara el koymaktı. Sıradan Suriyeliler açlıkla karşı karşıyayken bile rejim bu kaynakları tüketmeye çalıştı, tıpkı rejimin içinden biri olan ve varlıklarına Esad tarafından el konulan Rami Mahluf örneğinde olduğu gibi.
2024 yılına gelindiğinde Esad rejimi o kadar zayıflamıştı ki, kendi toplumsal tabanı -ticaret burjuvazisi ve sanayi kapitalistlerinden geriye kalanlar- bile daralan iç pazar ve Suriyelilerin düşen satın alma gücünün, rejimin bekası için bir tehdit oluşturduğunu fark etmişti.
Bir zamanlar Esad’ın kendilerini “mezhepçi canavarlardan” koruduğuna inanan bazı kesimler, kendileri açlık çekerken yönetici seçkinlerin lüks içinde yaşadığını ve kendi bekası için onların oğullarını savaşa, ölüme gönderdiğini keşfetti.
Ekonomik Çöküş
Dünya Bankası’nın 24 Mayıs 2024 tarihli basın açıklamasında, Suriye’nin tarım sektörünün savaştan vahim derecede etkilendiği, çiftçiler arasında kitlesel yerinden edilme yaşandığı ve sulama ağları ile diğer altyapılarda ciddi hasarlar meydana geldiği, bunun mahsul üretiminde düşüşe yol açtığı bildirildi. Ticaret de ciddi şekilde aksadı, bu hem sanayi hem de tarım üretiminde bir çöküşe ve Suriye’nin ithalata bağımlılığının artmasına neden oldu.
Birleşmiş Milletler 30 Ocak 2024’te, savaş ve yaptırımların yol açtığı geniş kapsamlı kötüleşme göz önüne alındığında, Suriye ekonomisinin 2010 yılındaki haline dönmesinin 55 yıl alacağını açıkladı.
Jusoor Araştırma Merkezi’nin 28 Ekim 2024 tarihli raporunda, rejimin Özerk Yönetim bölgelerinin petrol arzına (günde 50.000 ila 70.000 varil) bağımlı hale geldiği ve bunun ihtiyaçların sadece %25-35’ini karşıladığı belirtildi. Sanayi tarafında ise savaş hasarı, güvenlik eksikliği ve yatırım kaybı nedeniyle 2011’den bu yana faaliyetlerde keskin bir düşüş yaşanmış ve çoğu sanayici faaliyet gösteremez hale gelmişti.
Sanayi üretimi 2014 ve 2017 yılları arasında 2010’daki seviyesine kıyasla, GSYİH’nin yaklaşık %25’inden %8’inin altına düştü. Ticaret sektörü yaptırımlar, Lübnan mali krizi ve azalan ihracat ve ithalattan olumsuz etkilenerek sınırlı iç ticarete bağımlı hale getirdi.
Kaybedilen geliri telafi etmek için rejim artan ölçüde iç ve dış sınır geçişlerindeki kaçakçılığa ve (2021’de 5,7 milyar dolar getiren) uyuşturucu ticaretine yöneldi.
Dünya Bankası’nın 2023 yılı verilerine göre, Suriye’deki yoksulluk seviyesi nüfusun %90’ına ulaşmıştı. GSYİH 2011’de 61,3 milyar dolardan 7,4 milyar dolara düşerken, Suriye lirası %99,6’dan fazla değer kaybetti. Yabancı yatırım %500 oranında azaldı, Esad’ın müttefiklerinin devam eden yardımlarına rağmen, ekonomi 7,5 milyon çocuk ve 13 milyon yerinden edilmiş veya mülteci Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldi.
Tüm göstergeler Esad yönetiminde Suriye’nin toplumsal ekonomik yapısının dağıldığına gösteriyordu, bu da rejimin siyasi olarak ayakta kalmasını imkânsız hale getiriyordu. 2024 yılına gelindiğinde çöküş askeri ve güvenlik kurumlarına sıçramış, birçok subay kendilerini aç bırakan ve sömüren rejimi savunma motivasyonunu kaybetmişti.
Esad Rejiminin Çöküşü
Esad’ın başlıca uluslararası müttefiki olan Rusya 2015’in sonlarına doğru, Suriye’ye askeri olarak doğrudan müdahil olmuş, ölmekte olan rejimi korumaya ve kendi emperyal çıkarlarını güvence altına almaya çalışmıştı.
Esad’ın eski hasımı Türkiye Temmuz 2016’da, Suriye’de siyasi bir anlaşmayı şekillendirmek için çeşitli silahlı İslamcı gruplarla askeri temaslar kurmaya başladı. Ardından Rusya ve İran’ın garantör devletler olarak desteklediği Suriye ve Türkiye rejimleri arasında bir dizi iletişim gerçekleşti ve bu süreç Astana anlaşmasının zeminini oluşturdu.
Bu süreç Suriye’yi fiilen rejim ve muhalefet arasında, her biri bir veya daha fazla emperyal gücün (başta Rusya, İran, Türkiye ve ABD) koruması veya nüfuzu altındaki kontrol alanlarına böldü.
Rusya ve Türkiye’nin 2022-2023 yıllarında daha fazla anlaşma sağlamak için (Erdoğan ve Esad arasında bir zirve çağrısı da dahil olmak üzere) yoğun çabalarına rağmen, gerçek bir uzlaşma sağlanamadı. Rusya, İran ve diğer müttefiklerinin desteğiyle cesaretlenen Esad kibirli ve uzlaşmaz tavrını sürdürürken, Erdoğan siyasi avantajını en üst düzeye çıkarmak gayretiyle tereddüt halinde kaldı.
Aynı zamanda Rusya’nın 2022’den itibaren Ukrayna savaşına yoğunlaşması, Suriye’yi önceleme gücünü sınırlayarak bölgesel dinamiklerde bir değişime yol açtı. Hizbullah ve İran, özellikle 7 Ekim 2023’teki “El-Aksa Tufanı” operasyonunun ardından İsrail işgali yüzünden önemli darbeler aldı. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın 27 Eylül 2024’te, Netanyahu’nun Esad’a yönelik aleni tehdidinden sadece bir gün önce, İsrail tarafından öldürülmesi Esad’ın bölgesel konumunu daha da zayıflattı.
Arap ve Avrupa hükümetleri 2023’ten itibaren Esad ile diplomatik ilişkiler kurmaya çalışmıştı. Fakat yolsuzluk ve baskı politikalarıyla tanınan ve bütün dayanaklarını kaybetmiş olan rejimi kurtarma ihtimali olmadığı ortaya çıktı. Öte yandan İsrail işgali, Esad’ın zayıflığını fırsat olarak gördü:
Suriye sınırında yarım asırdan fazla süredir sahip olduğu “sükûn” ve güvenliği korumak.
Diğer emperyalist güçlerle koordinasyon içinde güney Suriye üzerindeki kontrolünü genişletmek.
Gelecekte tehdit oluşturabilecek, kalan Suriye askeri kapasitesini ortadan kaldırmak.
Bu noktada Heyet Tahrir el-Şam bir dizi müttefik grubun desteğiyle, ölmekte olan Esad rejimine karşı öncü olarak hareket edebilecek tek disiplinli ve deneyimli güç olarak ortaya çıkmıştı.
Esad’ın Düşüşünün İlanı
Bu küresel, bölgesel ve yerel bağlamda, müttefik grupların da desteğiyle Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), 27 Kasım 2024’te “Saldırganlığı Caydırma Harekat’ını” başlatarak Esad için nihai çöküşün başlangıcını işaretledi.
HTŞ’nin “Saldırganlığı Caydırma” güçleri 24 saat içinde Suriye’nin kuzeydeki ikinci büyük şehri olan Halep’e girdi ve on bir günde Şam’a ilerleyerek, yol boyunca kalan şehirleri ele geçirdi.
Yeni yetkililer 8 Aralık 2024’te, kayda değer bir direnişle karşılaşmadan, Esad rejiminin düştüğünü resmen ilan etti.
Rejim askerleri silahlarını ve askeri üniformalarını bırakıp evlerine döndüler ve sokak kutlamalarına katıldılar. Kasaba ve şehirlerde insanlar sokaklara dökülerek özgürlük ve kamusal eylem alanlarını geri aldılar.
Esad cuntasının askeri, güvenlik ve siyasi aygıtındaki seçkinlere gelince, binler halinde buharlaştılar- daha sonra servetlerinin tadını çıkarmak için sürgüne gittikleri ortaya çıktı.
Bu geçiş otoriter bir rejimin bir diğeriyle kaotik bir şekilde yer değiştirmesinin aksine, sistemli bir “devir teslim” gibi görünüyordu. Ancak bu defa karşı-devrimin en güçlü grubu devrimin yanıltıcı kisvesine büründü: HTŞ devrimin yenilgisine katıldı ama devrimin anlatısını alıp kendi amaçları doğrultusunda kullandı.
HTŞ: İktidar Tekeli / Katliamlar / Terör
Eski rejimin dağılmasının ardından Suriye’nin toplulukları özerkliklerini geri kazandılar. Partiler, dernekler ve ittifaklar kurulması; konferanslar, seminerler, gösteriler ve oturma eylemleri düzenlenmesi gibi çeşitli siyasi, sosyal ve kültürel faaliyetlere, toplumu yeniden inşa etmek için yeni inisiyatiflerin alınmasına girişti insanlar.
Ancak bu kısa süren “sevinç” ve geri kazanılan özgürlükler hızla eridi. HTŞ ve ona bağlı silahlı gruplar korkunç katliamlar gerçekleştirir, baskıyı arttırır ve özellikle azınlıklara karşı mezhepsel nefreti körüklerken; faşist, ırkçı ve gerici bir iktidarı dayatırken umudun yerini korku aldı.
HTŞ’nin kamuya dönük söylemindeki hızlı dönüşüm çarpıcıydı. Başlangıçta, en üst düzey liderleri aracılığıyla “özgürleştirenler karar verir” diyerek Suriyelilere güvence vermeye çalıştılar. Ancak emperyalist güçler veya İsrail’le (açıkça “işgal devleti” olarak anıldı) doğrudan çatışmadan kaçınırlarken, serbest piyasa ekonomisi konusundaki ısrarlarını sürdürdüler ve Suriye’nin stratejik kaynakları üzerinde uluslararası şirketlerle anlaşmalar imzaladılar.
HTŞ aynı zamanda “Başını dik tut, sen Suriyelisin!” gibi popülist sloganları öne çıkarırken “Vahhabi aşırılıkçısı” olarak gördükleri İslamcı vaizlere operasyonlar yaptılar. Dini veya toplumsal açıdan sapkın olarak gördükleri davranışları mahkûm ederken kendileri “Bizler Şam’ın Emevileriyiz” ve “Kıyamet Günü yakındır” gibi mezhepçi ve şovenist sloganları yükselttiler.
HTŞ özellikle Suriye’nin kıyı bölgelerindeki sivillerden “kamu güvenliği ve barış için silahları yalnızca devletin elinde tutma” gerekçesiyle tüm silahlarını teslim etmelerini istedi. Birçok kişi buna inanarak silahlarını teslim etti fakat HTŞ şiddetli baskınlar düzenledi, silahlara el koydu ve toplulukları sindirdi- özellikle Alevi bölgelerinde.
İktidara geldikten kısa bir süre sonra, HTŞ Şam’ın Alevi mahallelerinde her gün sivilleri öldürmeye başladı. Bu olayların “eski rejimin kalıntılarının” sebep olduğu münferit olaylar olduğunu iddia etseler de saldırılara her gün yapılan mezhepçi hakaretler, tacizler ve keyfi tutuklamalar eşlik etti. Bazı olaylarda tutuklular aşağılandı ve işkence edildiler, halk içinde dolaştırılarak teşhir edildiler, yerde sürünmek ve hatta köpek gibi havlamak zorunda bırakıldılar.
Baskı ve açlığın boyutu, insanların uzun süre sessiz kalmasını imkânsızlaştırdı. 6 Mart 2025’te kıyı şeridindeki Alevi bölgelerinde yaşayanlar, HTŞ kontrol noktalarına karşı sınırlı bir silahlı cevap verdiler. Bu kişiler HTŞ’nin iddia ettiği gibi eski rejime sadık kişiler değil sıradan, ezilen yerel halktı. Bu kişilerin birçoğu daha sonra yeni yönetimin saflarına katıldı.
HTŞ bu olayı Alevi halka yönelik kitlesel mezhepsel katliamlar için bir bahane olarak kullandı ve katliamlar 10 Mart 2025’e kadar devam etti. Korkunç görüntüler sosyal medyada ve basında geniş çapta yayıldı. Yurt içi ve yurt dışından gelen kınamalar arttı fakat HTŞ sadece katliamların görünürlüğünü azalttı, günlük infazlar şeklinde “damla damla” modeline geçti.
Strateji açıktı: Suriye halkını sistematik olarak terörize et, dini ve etnik azınlıkları boyunduruk altına al ve korku yoluyla itaati dayat- bunların hepsi faşist yönetimin temelleridir.
Bir ay sonra HTŞ kampanyasını Dürzi toplumuna da yöneltti. Nisan 2025’te kıyı bölgesinde ve Şam’ın Eşrefiye Sahnaya mahallesinde katliamlar yaptı. Mayıs ayında vahşet devam etti.
Haziran ve Temmuz 2025’te, Dürzilerin çoğunlukta olduğu Süveyda vilayetinde yüzlerce sivilin ölümüne yol açan katliamlar, kaçırma, ev yakma ve kitlesel imha vakaları yaşandı. Bunlar çoğunlukla HTŞ ile ittifak halindeki Bedevi gruplar tarafından gerçekleştirildi.
Süveyda halkı kahramanca direnerek HTŞ’ye büyük bir yenilgi yaşattı ve hatta vilayetten tamamen çıkardı- Suveyda yeni rejimin Suriye’de kontrolü kaybettiği birkaç bölgeden biri.
Aldığı darbeye rağmen HTŞ bu durumu, “düzeni sağlama” bahanesiyle İsrail müdahalesine davet çıkarmak için kullandı ve böylece İsrail’e güney Suriye’deki nüfuzunu genişletmesi için daha çok fırsat yarattı.
Bu mezhepsel şiddet ve etnik hedef alma politikası HTŞ’nin yıldırma, katliam ve soykırım üzerine kurulu faşist rejiminin temel taşlarından biridir.
Güç Tekeline Doğru
HTŞ iktidarı elinde tutmak ve sağlamlaştırmak için hızla harekete geçti. 29 Ocak 2025’te çeşitli silahlı gruplarının liderlerini bir araya getiren “Zafer Konferansı” adını verdiği bir toplantı düzenledi. HTŞ bu toplantıda lideri Ahmed el-Şara’nın Suriye Geçici Devlet Başkanı olarak atandığını duyurdu.
Kısa bir süre sonra HTŞ bizzat seçilen 600 kadar kişiyi davet ederek “Ulusal Diyalog Konferansı” adını verdiği bir toplantı düzenledi. Konferans 25 Şubat’ta sınırlı bir süre ve önceden hazırlanmış az sayıda öneriyle düzenlendi, önemli bir tartışma yaşanmadı.
Ardından Mart ayı başında Alevilere yönelik katliamların zirve yaptığı bir dönemde, özellikle ABD’den gelen yoğun bölgesel ve uluslararası baskılar altında kalan HTŞ, 13 Mart 2025’te Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile bir anlaşma yapmayı kabul etti. Anlaşma tüm yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin tek bir kişinin, Ahmed el-Şara’nın elinde toplanacağını ilan etti. Bu sürenin beş yıl süreceği duyuruldu- tarihsel standartlara göre olağanüstü uzun bir “geçiş dönemi”. Böylece yeni hükümrana, dünyanın en köklü diktatörlüklerinden daha fazla yetkiler veriliyordu.
27 Mart 2025’te HTŞ Kamu İşleri Genel Sekreterliği’nin kurulduğunu ilan etti- ‘’Dışişleri Bakanlığına’’ bağlı ama ülkedeki tüm siyasi, ekonomik, güvenlik ve askeri konularda en üst düzeyde karar alma mercii olarak faaliyet gösteren siyasi bir yapı.
Genel Sekreterliğin Başkanı (kısaca “Şeyh” olarak anılıyordu) kimliği bilinmeyen, resmi bir pozisyonu veya unvanı olmayan karanlık bir figürdü. Eski rejimin kapatılan ve mallarına el konulan Ulusal İlerici Cephe partilerinin tüm varlıkları onun kontrolündeydi.
Genel Sekreterliğin kuruluş belgesinde, görevinin ülke genelindeki siyasi faaliyetleri denetlemek ve yönlendirmek, ulusal planlar hazırlamak ve kapatılan Baas Partisi ile müttefik örgütlerinin varlıklarını yeniden tahsis etmek olduğu belirtiliyordu.
Sekreterlik, kararlarını hayata geçirmek için her ilde şubeler kurarak gençlik ve öğrenci örgütlerinin yerine 6 ‘merkezi ofis’ kurdu: Gençlik Dairesi, Kadın İşleri Dairesi, Sendika İşleri Dairesi, Kültür ve Siyasi İşler Dairesi, Toplum Kalkınma Dairesi ve Diyanet İşleri Dairesi. Sigara karşıtı kampanyalar veya kültürel festivaller gibi sosyal faaliyetlerin bile “ulusal değerlerle” uyumlu olduğundan emin olmak için önceden onay alması gerekiyordu.
30 Mart 2025’te HTŞ dışarıya dönük pazarlama amacıyla bir “hükümet” kurulduğunu duyurdu. HTŞ liderliğindeki savunma, içişleri, dışişleri ve dini vakıflar gibi kilit görevlerdeki bakanlar dışında, hiçbir gerçek bir yetkisi olmayan kişiler seçildi.
Merkezi kontrolü sağlamaya yönelik bu önlemlere rağmen katliamlara, siyasi baskılara, kamu sektörü çalışanlarının ve emeklilerin maaşlarının ödenmemesine ve devlet kurumlarında çalışanların işten çıkarılmasına karşı protestolar, daha az sayıda olsa da devam etti. Gösterilerde ayrıca Suriyelilerin öldürülmesi kınandı, eşit vatandaşlık hakları talep edildi ve İsrail’in Suriye topraklarındaki işgalini genişletmesine karşı çıkıldı.
HTS ayrıca her türlü bağımsız sosyal veya siyasi örgütü engellemeye çalıştı. Profesyonel mesleki sektörde işçiler, doktorlar, mühendisler ve avukatlar gibi çeşitli meslek gruplarında sendikalaşma çabaları, düzene sadık liderler atanarak hızla bertaraf edildi.
Bazı liberal ve reformist siyasi gruplar korkudan ya da yeni rejimin gözüne girme umuduyla geri çekildi. Kendisine “Suriye Yurttaşlık İttifakı- Tamasok” adını veren bir koalisyon ne muhalif ne de iktidar yanlısı olduğunu iddia ederek “yetkililerle diyalog” çağrısında bulundu. Bu tavır HTŞ’nin iktidar tekelini meşrulaştırmaya hizmet etti.
Termidorcu Güç
Bazıları Esad’ın düşüşünü devrimin zaferi ve yeni iktidarı devrimci grupların bir ürünü olarak görüyordu. HTŞ’nin 2012’den beri devrimin ezilmesinde önemli bir rol oynamış olmasına rağmen devrimi sahiplenmesi ve söylemini tekeline alması bu yanılgıyı güçlendirdi.
Bu yeni iktidarın doğasını anlamak için onu imha edilmiş bir devrimci sürecin daha geniş bağlamına yerleştirmek gerekiyor. Kanlı geçmişine, neoliberal politikalarına ve baskıcı uygulamalarına rağmen HTŞ kendisini 2011 halk devriminin varisi olarak sunuyor. Gerçekte ise eski rejime hizmet etmiş aynı türden suçlular tarafından yönetilmektedir.
Tarihsel bir bakış açısından Suriye’de yaşanan olaylar, 1794 Fransız Devrimi’nin Termidor’una çarpıcı bir benzerlik göstermektedir. O dönemde muhafazakâr grup, devrimci Jakobenleri devirmeyi başarmış ve önemli devrimci kazanımları tersine çevirmiştir.
Thermidor* terimi, Fransız Cumhuriyet takviminin II. Thermidor yılının 9’undan (27 Temmuz 1794) gelmektedir. Bu tarihte Robespierre ve diğer radikal liderler devrilip idam edilmiştir. O zamandan beri, devrimci bir süreç içindeki gerici karşı-devrimi tanımlamak için kullanılmıştır.
Leon Troçki “ihanete uğramış devrim” hakkındaki kitabında, Stalin’in iktidara yükselişini derin siyasi ve toplumsal değişimleri ifade eden bir “karşı-devrim” olarak tanımlamak için bu terimi kullanmıştır-devrimin radikal aşamasından geri çekilme ve en eski liderler ve militanların ilk kurbanlar olması.
Fransız tarihçi François Furet, Termidorcuları devrimci ideallerle değil, fırsatçı öz çıkarla tanımlanan bir grup olarak tarif etti. Bu grup devrim dilini konuşmaya devam etse de hizipsel ihtilafa, yolsuzluğa, zenginlik ve güç açlığına teşnedir.
Çağdaş bağlamlarda, Fransız araştırmacı Jean-François Bayart bunu (Vietnam, Laos ve Kamboçya gibi yerlerde) diktatörlüklerin çökmesinin ardından ortaya çıkan ve çelişkili stratejilerle bir yandan devrimci söylemi kullanırken diğer yandan ülkeyi küresel kapitalist ekonomiye yeniden entegre eden ve yeni seçkinlere hizmet eden devrim sonrası otoriter rejimlerle karşılaştırdı.
Bu açıdan bakıldığında HTŞ Termidorcu modele uyuyor:
Yenilmiş bir devrimci süreçten doğdu.
Kendi özel çıkarlarına hizmet eden devlet yapıları inşa etti.
Suriye ekonomisini küresel kapitalist sisteme entegre etti.
Sosyal adalete bağlı kalmadan neoliberal politikalar izledi.
Mevcut Durumda Devrimci Görevler
Suriye devriminin patlak vermesinin üzerinden on yıldan fazla bir süre geçtikten sonra, Suriye halkı savaş, yıkım ve yenilgiyle bitkin ve parçalanmış durumda. Ülkenin toplumsal yapıları paramparça edilmiş, milyonlarca kişi yerinden edilmiş durumda (üç milyondan fazla insan kamplarda), yoksulluk çoğu Suriyelinin sefil koşullardaki hayatına hükmediyor.
HTŞ’nin kontrolündeki topraklarda faşist uygulamalar hâkim: katliamlar, fiziksel ve psikolojik şiddet, mezhepçilik ve emperyalist güçlerin iradesine tam bir boyun eğiş. HTŞ, küresel ve bölgesel güçlere, özellikle de Türkiye ve Körfez ülkelerine itaat etmenin varlığını güvence altına alacağına inanıyor ve hatta yeniden inşa sürecini uluslararası yatırımcılar arasında bölüştürülecek yüz milyarlarca dolarlık bir “pasta” olarak teşvik ediyor.
Ancak neoliberal politikalar toplumsal adaletsizliği daha da derinleştirecek. HTŞ’nin Alevileri, Dürzileri, Hristiyanları ve hatta Selefi olmayan Sünnileri hedef alan şiddetli ve mezhepçi kışkırtmaları özellikle aynı zamanda kadın haklarına, bireysel özgürlüklere ve tüm vatandaşların eşitliğine saldırıları yaygın bir öfke ve muhalefete neden oldu.
Bu esnada HTŞ’nin kontrolü dışındaki bölgelerde, örneğin Suriye’nin kuzeydoğusundaki Özerk Yönetim’de HTŞ’ye duyulan güvensizlik arttı. Süveyda bölgesi HTŞ güçlerini püskürttükten sonra direnişin sembolü olmaya devam ediyor. Zorlu koşullara rağmen, demokratik, sol ve sivil güçler bu bölgelerde faaliyet göstermeye devam ediyor; siyasi, kültürel ve protesto faaliyetleri örgütlüyor.
Bu gerçeklik göz önüne alındığında, Suriyeli kitleler için önemli olan tüm mücadele alanlarında çalışmaktan başka alternatif yok: şiddete son vermek, mezhepçiliğe ve ırkçılığa karşı çıkmak, demokrasiyi ve vatandaşlık haklarını savunmak, emperyalizme ve işgallere direnmek, toplumsal adalet ve eşitlik için mücadele etmek.
Ortak görevimiz Termidorcu otoriteye meydan okuyarak ve onu devirerek, tüm Suriyelilerin eşit vatandaş olduğu demokratik, mezhepçi olmayan, ademi merkeziyetçi bir cumhuriyet kurmak hedefiyle, Suriye’nin tüm bölgelerindeki mücadeleleri birbirine bağlayan birleşik cepheler inşa etmektir.
Bunu başarmak için devrimci güçler çabalarını iki katına çıkarmalı; etkili bir şekilde örgütlenmeli, halk mücadelelerindeki varlıklarını genişletmeli ve kitleler içinde kök salmış devrimci bir işçi partisi inşa etmelidir. Bu parti demokratik, eşitlikçi ve adil bir topluma doğru, radikal bir siyasi ve toplumsal dönüşüm için mücadele etmelidir.
Kentler ve kırsal bölgelerdeki işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri 2011’de olduğu gibi bugün de değişimin motoru olmaya devam ediyor.
Kaynak: https://revoleftsyria.org/32633/the-syrian-thermidor/