Yerleşimci sömürgeciliğin kanlı tarihi

857
Avustralya'da Avrupalı yerleşimci sömürgecilerin Yerlileri öldürdüğü Waterloo Creek Katliamının Litografisi

23 Şubat 2024

Yazar: Charlie Kimber
Yerleşimci sömürgecilik terimi İsrail’e ilişkin analizlerde yeniden ön plana çıkıyor. Charlie Kimber bunun ne anlama geldiğine dair tartışmaları ve bir kurtuluş stratejisi için analizlerini paylaşıyor.

İsrail’i yerleşimci sömürgeci bir devlet olarak tanımlamak akademik bir egzersiz değildir. Bir yandan İsrail’in doğasını tanımlamamıza yardımcı olurken, diğer yandan da Filistinlilerin nasıl kazanabileceğine dair umutlarımızı şekillendirir.
Yazar Ilan Pappe’nin de belirttiği gibi, “Siyonizmin yerleşimci sömürgeci olduğu fikri yeni değildir. Filistinli akademisyenler 1960’larda İsrail’i sadece bir İngiliz ya da Amerikan sömürgesi olarak değil, dünyanın başka yerlerinde de var olan bir olgu -yerleşimci sömürgeci- olarak görüyorlardı.”
Buna ek olarak :
“Yerleşimci sömürgeci hareketlerin benimsediği en önemli mantık; Avrupa dışındaki başarılı yerleşimci sömürge topluluklarında yerleştiğiniz ülkedeki yerlileri ortadan kaldırmak zorundasınız”.
Yerleşimci sömürgeciliğin her zaman bir bölgede yaşayan insanları yok etmek anlamına geldiği görüşü Avustralya, Kuzey Amerika ve Kanada’daki korkunç deneyimlerle uyumludur.
Yerleşimci sömürgeciler, toprakları ele geçirmek ve “yeni bir devlet” kurmak için bu bölgelerdeki neredeyse tüm Yerli halkı kasıtlı olarak yok ettiler.
Karl Marx’ın yazdığı gibi, “Aborijin nüfusun yok edilmesi, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adaları’nın fethinin ve yağmalanmasının başlaması, Afrika’nın siyah derililerin ticari avcılığı için bir cehenneme dönüştürülmesi, kapitalist üretim çağının pembe şafağını işaret ediyordu.”
Ana akım Avustralya Müzesi bile şöyle diyor: “Devlet onaylı katliamlar gibi sömürgeci soykırım eylemleri nedeniyle, işgalden önce tahmini 1-1,5 milyon olan İlk Milletler nüfusu 1900’lerin başında 100.000’in altına düştü.”
Emperyalistler yerli nüfusun tamamını öldürmediği durumda, onları aşırı kalabalık ve çorak bölgelere tıkıştırdılar, kendilerine özgü kültürlerini yok ettiler ve dillerini ortadan kaldırmaya çalıştılar.
Çocuklarını çaldılar ya da onları ezen tarafın üstünlüğüyle tanımlanan eğitim sistemlerine zorladılar. Siyonistler Filistin’den “topraksız bir halk için halksız bir toprak” olarak bahsettiklerinde, katil bir geleneği takip ediyorlardı. Örneğin Tazmanya, Kaliforniya ve Namibya’daki soykırım, toprağın “boş” ya da “sahipsiz” olduğu ortak yalanıyla başlamıştır.
İngilizler Avustralya’da terra nullius, yani “hiçbir şeyin olmadığı topraklar” doktrinini kullandılar. Namibya’da sömürgeciler “kazınmış pürüzsüz bir harita yaratma” politikası uyguladılar.
Ve tıpkı İsrail’de olduğu gibi, diğer yerleşimci sömürgeciler de yerli kültürlerin dışlanmasını, bu bölgelerde yaşayanların tam olarak insan olmadıkları ya da daha az insan oldukları yönündeki ırkçı mitlerle desteklediler.
Soykırım tarihçisi Benjamin Madley şöyle yazıyor:
“Tazmanya’da Aborijin çocukları yakalayıp beyinlerini parçalayan ya da Aborijinleri tüfek talimi için hedef olarak sıraya dizen sömürgeciler, kurbanlarını muhtemelen insandan daha aşağı görüyorlardı.”
“Beyazlar Aborjinlerden ‘korkunç derecede iğrenç’, ‘insanla maymun kabilesi arasındaki bağı oluşturan’ ya da ‘hem biçim hem de zeka olarak insan doğasının mümkün olan en düşük ölçeğinde’ diye söz ediyorlardı.”
“Kaliforniya’daki birçok beyaz yerleşimci Yuki’yi (bir grup Amerikan yerlisi) insan altı olarak görüyordu.”
“Yoksa neden yerleşimci Dryden Lacock, komşusu Hank Larrabee baltasıyla 60 Yuki çocuğunu öldürmekle övünürken, düzenli olarak Yuki katliam partilerine katılmakla gurur duysun?”
Kötü şöhretli “Kızılderili katili” Walter Jarboe’nun Kaliforniya valisine yazdığı 1859 tarihli bir mektupta Yuki’ler “insan adı ve rütbesi altında yaşayan canlılar arasında en aşağılık, en pis, en sefil hırsızlar” olarak tanımlanmaktadır.
Namibya’da Eiger adında bir misyoner, “ortalama bir Almanın yerlileri yüksek primatlarla (yerliler için en sevdikleri terim babun) aynı seviyede olarak gördüğünü ve onlara hayvan gibi davrandığını” iddia ediyor. Yerleşimci, yerlinin ancak beyaz adama faydalı olduğu sürece var olma hakkına sahip olduğunu düşünür.”
Bu, sadece yerleşimci sömürgeciliğin ırkçılıkla desteklenen kitlesel şiddet içerdiği anlamına gelmiyor. Bazen “imtiyazlı sömürgecilik” olarak adlandırılan -emperyalistlerin uzaktan hükmettiği ve insanları katletmek yerine sömürdüğü- sömürgecilik de bu tür suçları içerir. Hindistan’daki sömürgeciliğin bu biçimi özellikle ölümcül olmuştur.
Sadece 1876-8 Hindistan kıtlığında, İngiliz emperyalistleri ülkelerinden gıda ihraç ederken altı milyondan fazla Hintli açlıktan öldü.
Bu soykırım, 30 yıl önce İrlanda köylüsüne karşı işlenen iğrenç suçun aynısıydı. Mike Davis, Geç Viktorya Dönemi Soykırımları adlı kitabında, “1875-1900 yılları arasında -Hindistan tarihinin en kötü kıtlıklarını içeren dönemdir- yıllık tahıl ihracatı 3 milyon tondan 10 milyon tona çıktı” diyerek bu rakamın 25 milyon insanın yıllık beslenmesine eşdeğer olduğunu ileri sürüyor.
“Yüzyılın başında Hindistan, kendi gıda güvenliği pahasına İngiltere’nin buğday tüketiminin neredeyse beşte birini karşılıyordu.”
Britanya’nın Hindistan Genel Valisi Lord Lytton, Madras bölgesindeki milyonlarca köylünün çektiği acıları azaltmak için yapılan tüm ricaları geri çevirdi ve Kraliçe Victoria’nın Hindistan İmparatoriçesi olarak göreve başlaması için hazırlıklara yoğunlaştı.
Kutlamaların en önemli noktası, 68.000 devlet adamının kraliçenin ulusa “mutluluk, refah ve zenginlik” vaatlerini dinlediği bir hafta süren ziyafetti.
Madras’ın dışındaki kırsal bölgelerde insanlar açlık ve susuzluktan ölürken, imparatorluğun konukları dünyanın dört bir yanından büyük masraflarla getirtilen en iyi ürünleri afiyetle yediler.
Yerleşimci sömürgeci devletlerin, tebaanın yoğun sömürüsünü her zaman tam bir kıyım lehine reddettikleri de doğru değildir.
Bunun en açık örneği, sömürgeciler arasında siyahların yok edilmesi, köleleştirilmesi ya da ücretli emek yoluyla değerlerinin soğurulduğu konusunda iç savaşların yaşandığı Güney Afrika’dır.
Sonunda emperyalist kapitalistler siyahları madenlerde çalışmaya zorladı. Bu madenler büyük kârlar sağladı ama aynı zamanda siyah işçiler örgütlenip sisteme karşı ayaklandıklarında apartheid sisteminin çöküşü oldu.
Yerli halklar nesne ya da basit kurbanlar değildir. Karşılık verirler ve yerleşimci sömürgecilik kitlesel katliamlarını çerçevelemek için “savunma” bahanesini kullanır.
“Tek iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir” şeklindeki iğrenç ifadenin yaratıcısı olduğuna inanılan ABD’li General Philip Sheridan bu tür formüller konusunda uzmandı. Sheridan 1870’lerde şöyle yazmıştı: “Eğer bir Kızılderili köyüne saldırılır ve kadınlarla çocuklar öldürülürse, sorumluluk askerlerde değil, suçları saldırı gerektiren Kızılderililerdedir.”
Tarihçi Jacob P. Dunn 1886’da okuyucularına Kızılderili kadın ve çocukların öldürülmesinin “intikam” ve Kızılderili savaşçıların Amerikan yayılmasına karşı direnme heveslerini “köreltme” ihtiyacıyla meşrulaştırıldığını söyledi.
Yerleşimci sömürgeciliğin her örneğinin kendine özgü özellikleri vardır ve İsrail basit bir kategorizasyona tam olarak uymamaktadır. Ancak Siyonist sömürgeciler Filistin’de hakimiyet kurmak için denenmiş ve test edilmiş bazı yerleşimci sömürgecilik yöntemlerini ödünç almış ve kullanmıştır.
Yerleşimciler kendilerine ve başkalarına ıssız topraklara yerleşiyormuş gibi davrandılar. Araplara karşı ırkçılığı kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. Baskı uyguladıkları kişileri öldürdüler, ortadan kaldırdılar ve şeytanlaştırmaya çalıştılar. Ve tıpkı 7 Ekim’den sonra olduğu gibi, soykırım politikalarının “savunma amaçlı” olduğunu söylüyorlar.
Tüm bunlar 19. yüzyılda işe yaradı ama bugün dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca insan Filistinlilerin mücadelesinde ırkçı, acımasızca eşitsiz bir dünya düzenine karşı ayaklanma arzusunun bir yankısını görüyor.
İsrail’i eleştirdiğimizde savunmacı şiddet yalanları ve antisemitizm iftiraları başbakanları, cumhurbaşkanlarını ve kibar muhalefet partilerinin liderlerini etkileyebilir. Ancak giderek daha az sayıda sıradan insanı ikna ediyorlar.
Ilan Pappe’nin geçtiğimiz günlerde “İsrail’in Filistinlilere uygulayabileceği en kötü dehşete tanıklık edecek iki yılın henüz başında olduğumuza inandığını” söylemesinin nedeni budur. Ancak bu karanlık anda bile, parçalanan yerleşimci sömürge projelerini kurtarmak için her zaman en kötü araçları kullanacaklarını anlamalıyız.
“Bunu hüsnükuruntu olarak söylemiyorum ve bunu siyasi bir aktivist olarak da söylemiyorum. Bunu bir akademisyen olarak söylüyorum. Aklı başında profesyonel bir incelemeye dayanarak, Siyonist projenin sonuna tanıklık ettiğimizi söylüyorum, buna hiç şüphe yok.”
İsrail öylece çökmeyecek ya da emperyal destekçileri dünyanın önemli bir bölgesinde böylesine faydalı bir bekçi köpeğini öylece terk etmeyecektir. Güney Afrika’dan da biliyoruz ki, kurtuluşun görünüşü çoğu zaman gerçeklikten çok farklı olabilir.
Ancak özgürleşmenin üç ayağı: Filistinlilerin cesur direnişi, geniş Ortadoğu coğrafyasında işçilerin ve yoksulların devrimci ayaklanmaları ve Batı’da emperyalist devletlere karşı duyulan öfke kazanabilir.
Yerleşimci sömürge rejimleri, kapitalizmin nasıl hüküm sürdüğünün en dehşet verici örneklerinden bazılarıdır. İsrail’in devrimci bir şekilde yıkılması, takip edilmesi gereken ilham verici bir örnek olabilir.
Makalenin orjinali bu linkte:
https://socialistworker.co.uk/features/a-bloody-history-of-settler-colonialism/?mc_cid=2759acda18&mc_eid=e71f47f6af